Almanya-Avusturya-Slovenya 3.Bölüm Slovenya


Yazının 2.bölümü için lütfen tıklayın

Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Kosova ve Sırbistan’a daha önce gitmiş fakat eski Yugoslavya’daki Slovenya’ya bir türlü denk gelip gidememiştik. Bunun en büyük sebebi Slovenya’nın 2007 yılında Avrupa Birliğine girip, Türk vatandaşlarından schengen vizesine istemesidir. Hazır Villach’a gelip Slovenya sınırına 15 km uzaktayken gidip bir bakalım dedik. İnanır mısınız, gördüklerimizin karşısında şaşkına döndük. Slovenya’nın Bosnayla, Hırvatistanla alakası yoktu, Avusturya’nın az gelişmiş ufak kasabalarını andırıyordu. Başka bir tabirle burası bizim Balkanlara ait değil, EU Avrupasına aitti.
Sloven mutfağı da aynı şekilde ne Sırplarınkine ne de Hırvatlarınkine benziyordu. Daha çok Alman, Avusturya ve Fransız mutfağına yakındı.
28.12.2012 Bled
Villach’tan çıkıp A11 otobanından güneye doğru ilerlerseniz 15 dakika sonra Karawans Tüneline varıyorsunuz, tünel çıkışına gelince ise Slovenya sınırındasınız. Avrupa Birliği sınırlarında olduğumuz için pasaport kontrolü filan yok, ama sizi durduran tek bir kişi var o da; tünel parası 6.5€ kesen ve Slovenya otobanlarının ücretli olduğunu söyleyen kibar bir Sloven trafik görevlisi.

“Biz bir göle bakıp çıkacaz 6 saat sonra geri dönecez” demenin pek manası olmadı tabii, o yüzden sınırdan geçtikten sonra otobandan hemen çıkıp Jesenicekasabası üzerinden 15-20 km normal karayolundan gittik.
İlk durağımız Bled. Gölün güzelliği ve dağların yemyeşil özgün dokusu sayesinde şirin bir cazibe merkezine dönüşmüş. Sanki hayatın seslerini, renklerini ve kokularını çok daha yakından hissedersiniz. Biz de gölün kenarında dolaşırken güne uzun uzun sessizliği dinleyerek başladık.

Göl öyle ufak tefek bir şey değil, 2120 metre uzunluğunda 1380 metre genişliğinde ve 30 metre derinliğinde. Hemen arkada dağın tepesinde Bled Kalesi ve gölün ortasında bir de Bled adası var. Kaleye çıkmak ciddi bir performans ister. Adanın içindeki küçük kiliseye ise kayıklarla ulaşabilirsiniz.

Bled’e her gidenin mutlaka Kremsnita (Bled usulü kremalı pasta) yemesi lazımmış. Tatlıyla aramız pek yok ama içimizde kahveye düşkünler var. Sırf onların gönlü olsun da kahve içelim diye göl kenarında ki Vila Preseren’e oturduk.

Kahve seçenekleri oldukça bol, en az 10 çeşit kahve, yanında eşlikçi olarak da 7-8 çeşit tatlı var. Kahvede çok seçiciyimdir, varsa Türk kahvesi içerim. Zaten tüm Balkanlarda ve Suriye’de bizim Türk kahvesini bulmak mümkün. Olmadı espresso işimi görür.
Kremsnita Bled’in milli tatlısı demiştim. Altta ayrı özel bir kreması var, üstte ise yağsız hafif bir krema. En altta ve üstte tereyağlı incecik milföy hamuru sanki sadece kremayı tutması için konmuş gibi. Böylesine ince hamurlu bir tatlıyı çatal bıçakla yerseniz sizi ayıplarlar. Elle tutup hamur-alttaki krema-üstteki krema-hamur formatını bozmadan bir kerede yemek lazım. Yanlız tam lokmayı ağzınıza atarken nefes almamaya dikkat edin, yoksa üstteki pudra şekerleri bademciklere yapışabilir.

Alttaki sarı kremada mısır nişastası, vanilya ve yumurta var, üstteki beyaz kısımda ise krema ve şeker. Alttaki tahmin edersiniz daha yoğun ve daha lezzetli.
Bu Bled usulüydü, bir de Vila Preseren Kremsnitausulü var. Bu aslan parçasının içinde alttaki doygun yumurtalı krema yok, sadece üstteki hafif kremadan koymuşlar, içine de ayrıca çilek, ahududu böğürtlen gibi dağ meyveleri koymuşlar. Diğerine göre daha yumuşak olduğu için iki kat değil, üç kat hamur vardı. Çocukken severek yediğim milföy pastasını anımsattı, eski yıllara götürdü. Şimdi kilo alacağız diye böyle tatlı şeyleri yemiyoruz, yiyemiyoruz.

Masamıza son olarak Bled grmada pastası teşrif etti. Kakaolu bisküvi, badem, tarçın, kuş üzümü ne ararsan var içinde. Bir de hamurunun içine biraz rom koymuşlar, yanına da basmışlar kremayı oldu sana duble kaymaklı ekmek kadayıf. Son derece iç gıcıklayıcı ama bir o kadar da tehlikeli bu tatlıya 4 kişi ufak çatal darbeleri attık. Net bir şekilde söyleyebilir ki tam bir lezzet bombası.

Vila Preseren’de servis pek parlak değil. Kahvelerin gelmesi için 10 dakika beklediğimizi hatırlıyorum. Bu esnada tatlılar önünüze gelmişti, ama kahve olmadığı için ağzımızın suyu akmasın diye 1-2 dakika bekleyip dudaklarımızı ısırdık. Baktık gelmiyor, kuru kuru mideye indirdik hepsini.

Fiyatlar gayet ucuz, tatlılar şey 3-4 euro, kahveler 2-3 euro civarında. Diğerlerine pek bulaşmadan orjinal Kremsnita’yı deneyin derim.

Ufak bir göl turu daha yaptıktan sonra Bled’den ayrılıp 25 km ilerideki Bohinj gölüne doğru gittik. Yol boyunca dağ, orman, göl ve yaprak öbekleri ile karşılaştık. Aslında tam eylül-ekim aylarında gelmelik.

Bizim şansımıza Aralık ayında henüz kar yağmamıştı. Ablamların Avusturya plakalı arabasıyla ufak dağ köylerinden geçerken köylülerin şaşkın bakışlarına maruz kaldık. Yer yer sararmış, yer yer su bolluğundan yemyeşil çayırlarda sürüler otluyor. Fonda ise bol ağaçlı ulu dağlar. Bu görkemli manzara karşısında insan kendini küçücük hissediyor. Bohinj gölü Bled’e göre çok daha büyük, fakat bunun aksine pek fazla tesis yok. Sonbaharın bütün güzellikleri var burada. Gölün huzur dolu dinginliğini hissedince, gölün üstünü örten sisin arasında kaybolmak istiyor insan.

Dağ köylerin birinde av hayvanlarından yöresel yemekler yapan bir lokanta var, Gostilna Rupa. Kazakistan yıllarından sonra av hayvanları ile tekrar haşır neşir olduk. Geyik eti, doğal mantarlar, ev yapımı meyve suyu, yine ev yapımı Borovnicevec likörü ile kendimizden geçtik.

Siparişleri verirken önce ne içeceğimizi sordular. Lokantanın kendi yaptığı ev yapımı meyve suyu varmış. Bahçeden yetişen elma ve armut ağaçlarından elleriyle toplayıp sıkıyorlarmış. Resim pek bir şey ifade etmeyebilir ama tadı hala benim damağımda. Allah aşkına söyleyin Türkiye’da kaç tane lokantada glikoz katkılı hazır meyve suyu değil de, taze sıkılmış meyve suyu veren lokanta var? Belki bir ihtimal portakal suyu vardır o kadar.

Ey lokantacı abiler, lütfen işin kolayına kaçıp paketlenmiş fabrikasyon meyve suyu konsantresi satmayın. Sarı elma ile Ankara armudunu karıştırıp sıkın, önce kendiniz için sonra beğenirseniz lütfen menünüze taze sıkılmış meyve suyu koyun.
İstanbul’da maalesef kültür mantarından başka bir mantar bulmak zor. Elbette özel 1-2 yer vardır ama lokantaların %95’inde ya konserve ya da kültür mantarı kullanırlar. Kremalı mantar çorbası isteyin içinde 2 çeşit mantar bulana evde bonfile partisi veririm. Burada içtiğimiz mantar çorbası (Gobova juha) ise işin hakkını veriyordu. O yüzden 4 kişi hepimiz birer mantar çorbası içtik, Ege’ye dokunur diye ona şehriye çorbası aldık.

Aralık ayındayız gerçi ama mantar memleketinde olmamızın da etkisi var ama mantar çorbası gerçekten böyle pişirilir dedirtiyor. Bir kaşıkta 3 çeşit mantar var. Büyük beyaz olan kestane mantarına benziyor, yandaki sarılar sanırım şantarel mantarı ama beyazın üstündeki o küçük siyah mantarcık hakkında en ufak bilgim yok. Ülkemizin yegane mantar bilimcisi Jilber Barutçuyan abi bu yazıyı okursan lütfen bilgilendirir misin?

Eskiden kaşar pane diye bir ara sıcak vardı. Çocukluğumun geçtiği Aliağa’da yıllarca yemiştik. Şimdilerde kaşar peynirini o kadar dandik o kadar kötü yapıyorlar ki menülerde de görsem pek sipariş vermek istemiyorum. Burada yediğimiz kızarmış peynir (Ocvrti sir) ilginç bir derecede hoşuma gitti. Galeta ununa bulanmış peyniri derin yağda kızartmışlar, ama lastik gibi uzamıyor lop etli bir kıvamı vardı. Kendine has güzel bir kokusu ve tadı olan, zannımca eski kaşar gibi biraz yaşlandırılmış peynir kullanmışlardı.

Prizren’de, Üsküp’te, Saraybosna’da ve son olarak Belgrad’da yediğimiz pleskavitsayı hatırlarsınız. 15-20 cm çapındaki öksüz doyuran köftesi. Slovenya’da ise bunun kız kardeşi Mavželj ile karşılaştık. Altta bolcana yağda çevrilmiş lahana var, üstünde ise biraz yamuk yumuk da olsa kocaman köfte.

Ortadan kestim baktım ne menem şeymiş diye, kıyma gibi değil de sanki tiftik tiftik parçalanmış et gibiydi. Hatta içinde parçalanmış jambon ve peynir tadı bile geldi. Schnitzelin ablası Cordon Bleu’nün kıyma versiyorunu diyebiliriz. Açık ve net bir şekilde söylemek gerekirse “İyi yerim” diyen her ziyaretçinin Slovenya’da tadması gereken bir lezzet.

Gerçi hakkını yemeyelim, Slovenya’nın bende en fazla iz bırakan lezzeti geyik eti (Jelevon medaljon) olmuştur. Çok yumuşak bir etmiydi? Hayır! Çok yağlı ve sulu muydu? Hayır! Ama nedense sevmiştim bu koyu renkli eti.

Yanlız her ne kadar etin üst tarafları iyi pişmiş gibi görünse de eti kesip ortasına bakınca pembeyi görüyorsunuz. Yıllardır hem blogda hem twitter hesabımda yazıyorum, “sulu kalsın” “az pişsin” diye, işte elin adamı bu eti böyle pişiriyor. Olması gereken zaten bu. Kemik suyu kaynatır gibi saatlerce pişirirsen etin posasını yiyorsun.

Benim şu Orta Avrupa’da garibime giden bir konu var o da, bildiğimiz reçeli etin üstüne sürmeleri. Biz anamızdan babamızdan reçel kahvaltıda yenir diye öğrendik. Bir ara hayatımıza hamburgerciler sosisçiler girince hardal girdi o kadar. Ama etin üstüne reçel sürmek, benim için sırf deneme amaçlı olabilir o kadar.

Hazır şu doğal dağ mantarlarını bulmuşken, şansımızı yine bu yolda zorladık ve mantarlı makarna (Široki rezanci z jurčki) istedik. Makarnada pek bir numara yok bildiğin erişte, ama mantar sosu çoook güzeldi.

Aslında içinde öyle ahım şahım bir şey yok ama Türkiye’de sık sık yediğim bir şey olmadığı için biz kendimizden geçtik. İçinde soğan sarımsak doğal dağ mantarı ve krema var o kadar. Valla size de denk gelirse çekinmeyin bol bol yiyin, böylesi doğalını böylesi lezzetlisini zor bulursunuz.
Slovenya’da bir akşamüstü gittiğimiz lokantada yediklerimizden oldukça memnun kaldık. Yemek sonrası garsonumuz bize ev yapımı likör tavsiye etti. İtiraz edecek gibi olsakta gereği neyse yapılmalı diyerek bu kadar yemeğin üzerine likörü içtik. Bence Türk mutfağının en büyük eksiklerinden biri bu likör. Halbuki güzel bir rakı&balık sonrası Yunanlı kardeşlerimizin Sakız likörü içtiğini göz önüne alırsak, pek de yabancı bir şey olmaması gerek.

Yine dağ mevyelerinden yapılmış bu likörü bizim vişne likörünü çok benzettim. Eskiden kiralık evimizde otururken ev sahibimiz rahmetli Gülçin Teyze her sene bahçedeki vişneler ile likör yapardı bize de verirdi. Likör yapmak aslında çok zor değil, yemeklerden sonra sindirim için gayet faydalı.

Finali ise babam Türk kahvesi ile yaptı. Menüde öyle Yunan Kahvesi, Arap kahvesi diyenler gibi “Sloven Kahvesi” filan değil, aslanlar gibi halis muhlis Turška Kava yazıyordu. Kuru Kahveci Mehmet Efendi kıvamında olmasa da gurbet ellerde tatmin etti.

Size tavsiyem Gostilna Rupa’ya gelip herşeyden azar azar söyleyin, mümkün olduğu kadar çok farklı tadı deneyin. Bled Gölü kenarında lüks bir otelin restoranında yiyeceğin bir yemek fiyatına, biz dağ başında 4 kişi tıka basa yemek yedik. (4 kişi 62€)
Lezzetin yan unsurlarını da gözardı etmemek gerek tabi; doğa tertemiz oksijeniyle ciğerlere zıpkın dalışlar yapıyor, yeşil çayırlar, bin bir çiçekli ağaçlar ve senfonisi hiç bitmeyen kanatlı mahlukatın konseri eşliğinde bu dağ köylerinde ne yesen beğenirsin.

Yemek sonra Bled üzerinden sınıra gidip Villach’a geri döndük. Avusturya’daki son günümüzü 1 günlük Slovenya turu ile taçlandırdık. Hep söylerim yola çıkmak için bir bahane olması gerek. Bu bahane “2 göl göreceğim” diye hazır Güney Avusturya’ya gelmişken Slovenya’ya kaçmak bile olabilir.

Slovenya’da özellikle Bled ve Bohinj göllerine yapılacak bir ziyaret, doğayla ilgili tüm duygularınızı harekete geçirecek, hatta coşturacaktır. Slovenya’nın başkenti Lubliyana’ya karayoluyla 45 dakika mesafedeki kaplıca merkezi Bled’i merkez alarak civardaki dağ köylerini keşfedin. Biz gidemedik ama baharda giderseniz Vintgar Gorge kanyonu, kışın giderseniz Kranjska Gora kayak merkezi listenizde olmayı hakediyor. Gitmeden önce HRS'nin sayfasına göz atıp uygun fiyatlı bir otel ayarlayabilirsiniz. Zaten bunu yaptıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Gezimizin 4. bölümünde Almanya var. Münih’ten İstanbul’a uçacağımız için son günümüzü Münih’te geçirdik, noel kutlamalarına bir de büyük şehirde katıldık.
Az sonraaaa
  • Love
  • Save
    Add a blog to Bloglovin’
    Enter the full blog address (e.g. https://www.fashionsquad.com)
    We're working on your request. This will take just a minute...